DOĞU KARADENİZ
Benim gibi her türlü tatil fırsatını değerlendirmeye çalışan ve bu nedenle sene sonu geldiğinde yeni planlar için izin almanın yan yollarını arayan biriysen bu sene 1 Mayıs ve 19 Mayıs tatillerini kaçırmamalısın. Bunun gibi uzun haftasonları geçirmeni sağlayan zamanlar için Doğu Karadeniz çok güzel bir alternatif olabilir. Ben de buna benzer yıllardan birinde, tatil grubu ile Avrupa’dan başlayıp Fas’a kadar uzanan sonuçsuz arayışlar neticesinde kendimi Doğu Karadeniz’de buldum. Günü kazanmak adına tabii ki olabilecek en erken uçak ile Trabzon’a vardık ve soluğu Ayasofya Müzesi’nin bahçesindeki kahvaltıcıda aldık. Nispeten tepelik bir noktada yer alan ve ilk bakış için güzel bir Trabzon manzarası veren, şehrin merkezinde kolay ulaşılır bir yer aranıyorsa bu yer işte o yer. Yeme odaklı bir grup olarak çok ne yiyeceğimizi düşünmeden mıhlama ve kaygana eşliğinde serpme kahvaltı siparişimizi verdik. Etrafımıza bakabilecek enerjiyi kazanacak kadar mideyi doldurduktan sonra fark ettik ki çevremiz lahitlerle çevrilmiş durumdaymış. Lahitler, Müzenin duvarlarına bakır tepsiler gibi dizilmiş olsalar da ortama oldukça otantik bir hava kattıkları inkar edilemez. Yeterince doyduktan sonra, yani mıhlamanın çorba kıvamındaki tereyağı ile normal insanın yapacağı kahvaltı sınırlarını çoktan aştıktan sonra, Trabzon’a gelince gidilmesi gereken ilk durak olan Sümela Manastırına doğru yola koyulduk (bu arada başta Atatürk Köşkü olmak üzere Trabzon’un içinde de gezilecek çok fazla yer ama bizim programımız dağ taş gezme temalı olduğu için bu sefer şehir merkezinde çok vakit kaybetmek istemedik).
Maçka’da yer alan Sümela Manastırına, sahil yolundan içeri girdikten sonra ulaşılıyor ve yolculuk çok vakit almıyor. Eğer araban yoksa Manastıra çıkan dolmuşları kullanabilirsin. Ama Doğu Karadeniz turuna çıkmaya karar verdiysen bir araba kiralamak daha doğru bir tercih olacaktır. Ancak Karadeniz dağlarını tırmanabileceğin araba skalası o kadar geniş değil. Bizim gibi standart bir araba alırsan gezi sonunda arabayı sanayiye götürmek zorunda kalabilirsin. O yüzden en güzeli SUV veya pick-up model araçlar tercih etmek. Yolculuk araba ile başladıysa Sümela Manastırı’na yakın bir lokasyonda arabayı park edecek yerler bulabilirsin. Manastırın girişine park edeceğini düşünüyorsan maalesef yanılıyorsun. Zira Manastıra çıkış için seni ciddi bir yokuş bekliyor. Ancak aracı uygun bir yere park ettikten sonra, dolmuşa binip, girişe hatırı sayılır bir yakınlıkta inebilirsin. Bizim gibi sabah yapılan kahvaltının izlerini silebileceğini düşünecek kadar idealistsen yaklaşık 2 kilometrelik bir merdiveni tırmanmak suretiyle de Manastıra çıkabilirsin. Aslında itiraf edeyim, bize başta çok uzak bir mesafe gibi gelmemişti. Şevkimizi kıran ve neden bu yolu seçtiğimizi sorgulatan an, yukarıdan inenlerle karşılaştığımız anlardı. Biz daha 200 metre bile ancak çıkabilmişken, yukarıdan gelenlerin çıkış noktasına ne kadar mesafe kaldığını sorduktan sonra aldıkları cevap karşısında ‘bizim bile bu kadar kaldıysa sizi düşünemiyoruz’ demeleriydi. Dikkatini çekerim aşağı inerken yoruldu bu insanlar! Biz inatla yukarı çıkıyoruz. Hala düşününce nefesim biraz kesiliyor gibi oluyor ama yine de denemeye değerdi. Neyse sen dene yine de. Doğası güzel doğası 🙂 Ama merdivenli yolu tercih edeceksen yanına su almayı ihmal etme sakın. Biz bütün yol boyunca hayıflandık ve çıkar çıkmaz sulara saldırdık, soluklandık. Bu aşamaları tamamladıktan sonra biletimizi alıp içeri girebildik. İçerisi hem muazzam güzel hem de bence bir hayal kırıklığı. Ben çoğunlukla yaşadığımız topraklardaki güzelliklere gurur duyuyorum. Bu güzelliklerin oluşmasına hiç bir katkım olmadı ama yine de gururlanıyorum. Ve en azından korumak için bir şeyler yapabilirim, yapabiliriz diye düşünüyorum. Ama Sümela gibi yerleri yakından görünce başka ülkenin topraklarında olsa çok daha iyi bakılırdı demekten kendimi alamıyorum. İlk olarak söyleyeyim, öyle bir yamacın üzerinde yüzyıllar önce kondurulmuş ve içerisinde tarih yatan bir yapı olarak Manastır her şekilde çok etkileyici. Ancak yaklaşık 1.600 yıl önce yapıldığı düşünülen Manastırın restorasyonu yapılırken, özüne sağdık kalmak yerine sıva ile duvar örüldüğünü görmek üzücü. Konunun uzmanları bu konuda ne diyorlar bilemiyorum tabii asıl sözü onlara bırakmak lazım ama ana kilisenin içindeki freskler güzel korunmuş gibi gözükse bile insanın içi şüpheyle doluyor. Bildiğin yağlı boyayla boyamış olmasınlar?
Sümela macerasından sonra sahil yolunu takip ederek Rize’ye ilerledik. Sümela Manastrı – Rize arası yaklaşık 120 km. Bizim kalacağımız yer ise tam olarak Rize merkezinde değil, Çamlıhemşin bölgesindeydi. Bizim Sümela’dan inişimiz Rize’ye varışımız , Lale Restoranda kuru fasülye yememiz derken, Çamlıhemşin’e varışımız havanın karardığı dakikalara denk geldi. Bu aşamada otelimize ulaşmak için katetmemiz gereken yol tek şeritli, virajlı ve sağlı sollu yükselen ağaçlarla ve yolda karşılaşılan tilkilerle birlikte oldukça mistik bir hal haldı. Bir iki telefon konuşması ve u dönüşü ile otele ulaşabildik. Bu arada otel dediğime bakmayın konaklayacağımız yer bir pansiyon, Ada Pansiyon. Ama ne pansiyon! Sabah tavuk kümesleri olduğunu anladığımız ufak bir bahçenin devamında yer alan, ortadaki büyük kulübede pansiyon sahiplerinin konakladığı ve sabah kahvaltısı ile akşam yemeklerinin yendiği, yanındaki iki ayrı bungalovda ise konaklama hizmetinin verildiği toplamda üç kulübeden oluşan bir yer burası. Gece karanlığında her biri iki katlı olan ve ahşaptan yapılmış 3 ayrı yapıdan ve tepemizde sadece belirli bir bölgede yoğunlaşmış yıldızlardan başka bir şey göremedik. Bu nedenle tam olarak nasıl bir doğanın içerisinde olduğumuzu pek anlayamadık. Sabah olduğunda ise muhteşem bir doğaya uyandık. Fırtına Deresi’nin yanı başında iki koca dağın eteklerinin kesiştiği yerdeymişiz meğerse. Gürül gürül akan dereye bakarken başım dönmez diyorsan ayaklarını bile sokabilirsin buz gibi dere suyuna. Doğu Karadeniz’e yine gidersem kesinlikle başka yerde kalmayı düşünmeyeceğim şahane bir yer Ada Pansiyon. Karadeniz sevdalılarından Uğur Biryol’un uğrak yeri olan pansiyon güleryüzlü sahipleri ve doğanın göbeğindeki ortamı ile tek geçilir. Şimdi konaklama yerlerini de büyütmüşler, çok şeker üçgen yapılar yapmışlar. Çok da güzel yapmışlar.
Çamlıhemşin bölgesinde temel gezilecek yerlerin başında Zil Kale, Şenyuva (Çinçiva) Köyü, Mollaveyis (Ülkü) Köyü ve yaylalar geliyor. Ada Pansiyon zaten Şenyuva Köyünde yer alıyor. Dolayısıyla gezmeye ilk olarak buradan başlayabilirsin. 1600’lerin sonu 1700’lerin başında yapıldığı tahmin edilen Taş Köprü’yü görebilirsin. Gelmişken köy kahvesinde bir çay içip rastladığın köy ahalisinden bölgeye özgü hikayeleri dinleyebilirsin.
Şenyuva’dan sonra uğrayacağın yer Mollaveyis (Ülkü) Köyü. Mollaveyis ile Şenyuva Köylerini birbirine bağlayan bir orman yolu bulunuyor. Bu bölgede yürüyüş yapmak istersen tercih edebilirsin. Bu arada köy dediğimde aklına çevresinde kahvesinden, fırınına, okulundan, sağlık ocağına tüm ihtiyaçlarını bulabileceğin bir meydanı olan veya doğrudan köy ahalisi ile kaynaşabileceğin bölgeleri olan bir yer gelmesin aklına. Karadeniz dağlık bir bölge olduğundan köy dediğimiz yerleşim birimleri de oldukça dağınık. Örneğin taş köprünün üzerindeysen sol yamacın altındaki ev ile sağ yamacın tepesinde oraya nasıl ev kurmuşlar dediğin yükseklikteki ev aynı köy sınırları içerisinde olabilir. Yine de en azından bu iki köye biraz daha vakit ayırıp taş evlerinden bazılarını özellikle gezebilirsin. Bu gezinti sırasında emin ol köy halkından birileriyle karşılaşacak ve bölgenin yaşam koşullarına ve adetlerine ilişkin ilk ağızdan bilgi alabileceksin. Sadece yol bile keyif verecek emin olabilirsin.
Zil Kale ise, Fırtına Vadisi’nin yüksek tepelerinden birinde, dereden 100 metre, denizden ise 250 metre yükseklikte yer alıyor. Yüzüklerin Efendisi’ndeki gözetleme kulelerini cebinden çıkaran Kale’nin ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Savunma amaçlı konumlanan Kale’nin 8 burç ve bir gözetleme kulesi bulunuyor. Burada Fırtına Vadisi’ne karşı çayını yudumlayabilir ve efsane fotoğraflar çekebilirsin. Görmeden geçilmeyecek bir yapı bence. Oldukça etkileyici. Biz Zil Kalenin ardından Palovit şelalesine gittik. Palovit şelalesi Kaçkar dağlarının içi denebilecek bir nokta, muhteşem bir doğa, bir şelale ve süper bir yürüyüş burada seni bekliyor. Taş köprüler, patika yollar ve ormanın kendisinden başka bir şey yok. Ama merak etme yürüyüş parkurları belirli, öyle kafana göre yürümeyeceksin. Girişten sonra yaklaşık 2 km yürüyorsun ve şelaleye ulaşıyorsun. İtiraf etmek gerekirse, şelaleden ziyade yürüyüş cezbedici.
Ayder Yaylası televizyonlarda, tursitik belgesellerde çokça gördüğün eski doğasından maalesef eser kalmayan ama zamanında nefes kesici olduğu anlaşılan meşhur yayla. Burada yapılmasını tavsiye edebileceğim şey, yürüyüş yolunu takip ederek doğasına karışmak ve zipline yapmak. Zipline ile çelik halatlara bağlanarak dağdan aşağıya kendini bırakıyor ve 50 metre yükseklikten kayarak vadinin karşı yakasına geçiyorsun. Yaklaşık 100 metre uzunluğundaki bu yolculuk ile ardinal 🙂 eşliğinde vadiyi izleyebilirsin.
Biz Çamlıhemşin bölgesini tüm bu yukarıda saydıklarımının yanında bir plana bağlı kalmadan gezdik aslında. Bunların yanında Çat Vadisi, Sal ve Pokut Yaylaları zamanına göre uğrayabileceğin ve pişman olmayacağın güzellikte yerler. Zaten Doğu Karadeniz’in hiçbir yeri seni hayal kırıklığına uğratmayacak bence. Gözüne Karadeniz’in geneline ayrkırı olarak tamamı taş veya yarı taş evler gözüne çarpacak mesela. Biz bu evlerin hikayesini akşam eve döndüğümüzde pansiyon sahiplerinden dinledik. Zamanında Çamlıhemşin veya Hemşin köylerinin sakinleri Gürcistan’a çalışmaya gitmişler. Gidenler pastacılığı Gürcistan’da öğrenmiş ve pastacılığı Türkiye’ye ilk getirenlerden olmuşlar. Nitekim şimdi bile Türk menşeili pastahanelerin kökleri Karadenizlilere dayanıyor. İşte Gürcistan’a gidip çalışan aileler oldukça iyi para kazanmışlar ve geldiklerinde ahşaba göre daha pahalı olan taşı kullanarak evler, hatta konaklar yapmışlar sarp kayalara. Yarısı taş yarısı ahşap olan evlerin hikayesi de benzer başlamış ancak Gürcistan’da işler bozulunca para bitmiş. Daha doğrusu eskisi gibi para getiremiyor olmuşlar gidenler. Bu nedenle paranın bittiği yerden sonra, taşla inşaasına başlanan evler ahşap ile tamamlanmış. Hunhanoğlu, Burumoğlu, Arifoğlu, Karayalçınlar Konakları burada görebileceğin ve bölgenin karakteristik yapılanmasını daha iyi anlayabileceğin konaklardan. Aralarında kötü durumda olanlar olduğu gibi restore edilmiş olanlar da var. İlgini çeken bir tanesinin kapısını çalmaktan çekinme bence. Bölgedeki halkının neredeyse tamamı seni mutlulukla karşılayacak ve mutlaka bir iki hikaye anlatacaklardır. Bu hikayelerin ayrıntısını ayrıca Uğur Biryol’un kitaplarından okuyabilirsin.
Biz tatilin üçüncü gününde Çamlıhemşin’den Artvin’e doğru yola koyulduk. Yol üzerinde Fırtına Deresi’ne uğrayıp, dere kenarında yürüyüş yaptıktan sonra öğle yemeğimizi yol kenarında bulunan yerlerden birinde yedik. Sen de Karadeniz’in meşhur kırmızı benekli alabalığını tadabileceğin Osmanlı Alabalık’a uğrayabilirsin. Bence burada yediğimiz yemeğin en güzel anı ablaların el emeğinin tadını alabildiğimiz, kuzineden yeni çıkan mısır ekmeğini tereyağı sürerek sıcak sıcak yediğimiz andı. Balığını bilmem ama ekmeği net tavsiye ederim. Bu arada Fırtına Deresi’nde rafting yapma imkanı da var. Biz tedarikli olmadığımız için tercih etmedik (ve pişman olduk) ancak vaktin varsa bence dene.
Bir sonraki durağımız Artvin’e doğru yola çıktı. Niyetimiz Artvin şehir merkezine girmeden Borçka ve Macahel’i gezmekti. Ancak Macahel’e varmadan önce Bulut Şelalesine uğradık. Palovit’teki yürüyüşü sevdiysen burayı da seversin. Macahel Gürcistan sınırında muazzam bir yer, Macahel’e giderken Borçka üzerinden geçiyorsun. İkisi birbirine oldukça yakın. Bizim Borçka’daki molamız Yöre Pide Salonu’nda oldu, oldukça da lezzetliydi. Macahel’de ise Camili ve Efeler Köyünü gezdik. Macahel’de ayrıca Macahel Merkez Camii’ne kesinlikle uğraman gerekiyor. Burası çok enteresan bir camii, tamamı ahşap. Vakti zamanında göç edenlerin evlerindeki parçalarla inşa edilmiş o nedenle tamamı oymalı ve rengarenk.
Macahel’deki konaklamamız bir aile işletmesi olan Deda Ena Pansiyon’du. Yanlış araç seçimimiz ve otele varmadan bölgeyi gezmemiz nedeniyle zor ve aç ulaşmamıza rağmen neredeyse tüm akşam ev sahibinden günlük yaşamlarına dair hikayeler dinledik ve eşi ile gelininin yaptığı Gürcü yemeklerinden yedik. Pansiyon sahibinin anlattığına göre Ekim ile Haziran arasında kar kalkmazmış bu bölgeden. Nitekim bizim gittiğimiz ayın Mayıs olmasına rağmen bir gün önce çığ düşmüştü :/ Kar olduğunda herhangi bir yere ulaşım imkanı olmadığı için yaz aylarından erzak depoluyorlar ve yollar açılana kadar evlerinde bekliyorlarmış. Hastaneye ulaşmak gerektiği zaman ise genelde hastaneye ulaşmak daha kolay olduğu için Gürcistan sınırından geçirerek hastayı hastaneye ulaştırıyorlarmış. Bunun için acil durumlarda sınır kapısının açılmasına imkan veren bir anlaşma varmış Gürcistan ile aramızda. Bu hikayelerle yattıktan sonra sabah uyandığımızda ise karşımızda bu manzara alt katımızda ise önemli bir geçim kaynağı olan arı kovanları vardı 🙂
Son günümüzde sabah kahvaltımızdan sonra Macahel’in dünden yetişmeyen yerlerini hızlıca gezerek Karagöl’e yola çıktık. Karagöl’de muhteşem göl havasını içimize çektikten sonra Trabzon’a doğru dönüş yoluna çıktık. Karadeniz’in eli silahlı adamlarının köyü Of’a geldiğimizde sahil şeridinden ayrılarak biraz içeri girip, Uzungöl’e uğradık. Uzungöl deniz seviyesinden 1090 metre yükseklikte bulunuyor, doğası oldukça güzel ancak turstik bir mekan olmanın gazabına uğramış maalesef. İlk defa bu bölgeye gidiyorsan bir görmelisin tabii ama hayalindeki doğa burada olmayacak. Yinede caminin arkasında kalan Şerah Köyünün sokaklarını arşınlarsan keyif alabilirsin.
Macahel’den Trabzon’a olan dönüş yolumuzda Rize’ye uğradık ve yöresel yemeklerin yapıldığı ve eski bir konakta konuşlanmış müze gibi gezilebilecek Evvel Zaman’da yöresel yemeklerle son bir mola verdik. Trabzon’a vardığımızda ise Boztepe’de semaverde demlenen çayımızı içip geziyi noktaladık.
Sen illa bu sırada yapmak zorunda değilsin tabiki gezi planını. Bence uzunca bir zaman ayarlayıp Doğu Karadeniz’i boydan boya gezmelisin. Ben bir önceki gezimde Ordu’dan Batum’a kadar uzanan bir hatta gezmiştim bölgeyi. Yine olsa yine giderim, bence sen de git 😉
Miskin Mirket
Sevgili Miskin Mirket,
Bir solukta okudum yazını, Karadeniz’in o taraflarını görmemiş bir kişi olarak kendimden de utandım biraz. Daha fazla yaslanmadan bu geziyi yapmak gerek diye düşündüm. Yazinin içeriği son derece güzel bilgilerle dolu, ayrıca fotoğraflar da çok etkileyici. Ellerine ve kalemine sağlık. Bu tür yazılardın Türk okurların ötesine geçip yabancılara ulasması gerek. Bunları İngilizce yayınlamayı hiç düşündün mü? Bence düşünmelisin. İyi geziler, pek çok sevgiler.
Deniz’ciğim, ne güzel gezmişsin, ne güzel gözlemlemişsin ve ne güzel yazmışsın…Eline ve çabana sağlık. Doğu Karadeniz’i birkaç gez gezdim, her seferinde daha önce görmediğim renkler, gelenekler ve yiyecekler gördüm. En koyu yeşilin değişik tonlarına, en koyu mavinin köpük köpük dalgalarına bayıldım. Hatta oraları gördükten sonra Ege ve akdeniz’i beğenmez oldum, renkler hep soluk geldi bana…Gezme ve görme fırsatlarını kaçırmadığın için seni kutluyorum ve daha çok yerleri bize anlatacağın güzel yazılarını bekliyorum.